7 Mayıs 2013 Salı

Transhümanizme Giriş

Transhümanizme Giriş

Transhümanizme Giriş – 1


31 Ocak 2013 10:29
font boyutu küçülsün büyüsün


Transhümanizme Giriş – 1
Okuyacaklarınız Transhümanizme Giriş adı altında topladığımız bir yazı dizisinin ilk kısmıdır. Gözlerimizin önünde hızla büyüyen bir sistemi nasıl olur da şimdiye kadar göremedik, duyamadık deyişimizin kelimelerle ifadesidir belki tüm yazdıklarımız. Bu kadar aşikâr, ama bir o kadar da örtülü bu sistemin terminolojini ve neleri amaçladığını anlamak ve sizlere aktarabilmek ana hedefimiz olacaktır.
Transhümanizme Giriş
Transhümanizmin ne olduğunu ele almadan önce hümanizmin ne olduğunu ya da ne olmadığını hatırlayalım: Hümanizm, insana dair konulara dinlerin ya da inanışların ve bunlarla ilişkili kavramların ışık tutmasını istemeyen, bunu yaparken herhangi dini karşısına almayan, kavgaya tutuşmayan bir akımdır. Kaynaklar onun için doğaüstü güçlerin varlığıyla ilgilenmeyen etik tabanlı bir görüştür der. Türkçemize insancılık olarak tercüme edilmiştir, otorite karşısında insanı özgürleştirme olarak da tanımlanır. Daha iyi bir dünya hedeflediği iddia edilen hümanizm, agnostisizme (bilinemezcilik) hatta ateizme (tanrıtanımazlık) daha yakın duran bir görüştür aslında. Oysa birçok insan hümanist kelimesini sadece insancıl, diğergâm, insanları sevme ülküsü olan anlamında tanımlamakta ya da algılamaktadır.
Bir açıdan bakıldığında, transhümanizm, hümanizmin bir sonraki adımı olarak görülebilir, ancak konuya farklı disiplinleri birlikte değerlendirerek bakmak gerekmektedir. Transhümanizm, bilim ve teknolojinin tüm imkânlarının transhuman kelimesi ile tanımlanan dönüşmüş bir insan için seferber edildiği bir sistemdir. Transhuman, yani bu dönüşmüş insan posthuman adı verilen daha sonraki bir evre için geçiş mahiyetindedir. Posthuman ise bize göre daha güçlü ve sağlıklı, yaşlanma etkileri azaltılmış (hatta ortadan kaldırılmış), fiziksel-zihinsel-duygusal kapasiteleri çok üst düzeye çıkartılmış bir öte-insandır.
Bu noktada belki Nietzsche’nin Übermensch kavramını hatırlamakta yarar var. Übermensch Almanca’dan dilimize üst-insan, insanüstü, süperinsan, öte-insan ya da insanötesi olarak tercüme edilebilir. Biz yazımızda Übermensch yerine üst-insan terimini kullanacağız. Nietzsche üst-insanı şu şekilde tanımlıyor: “İnsan, hayvan ile üst-insan arasına bağlanmış bir halattır, öyle bir halat ki, bu halat bir uçurumun üzerinde yer alıyor. ” (“Der Mensch ist ein Seil, geknüpft zwischen Tier und Übermensch, – ein Seil über einem Abgrunde.”). Başka bir tanımlamasında “Maymuna oranla insan neyse, insana oranla üst-insan da odur” der Nietzsche. Yine bir başka yerde Nietzsche “İnsanlık içinde, ortalama insandan başka, daha yüksek ve daha güçlü bir insan türünün gerçekleşmesi gerekir.” demiştir. Öte yandan 1871 yılında Fransız oryantalist ve dinbilimci Ernest Renan’ın “Nasıl insanlık hayvanlıktan ortaya çıktıysa, ilahlık da insanlıktan ortaya çıkacaktır” fikri dikkat çekmektedir. Bu fikir günümüz transhümanistlerinin “bizler tanrılar olacağız” deyişi ile büyük benzerlik göstermektedir.
Bu öte-insandan (posthuman), uzayda koloniler kurması, süper zeki makinelere dönüşmesi, fiziksel varlığından sıyrılarak sanal gerçeklikte yeni bir hayata yelken açması gibi özellikler beklenmektedir. İnsanoğlunun bu dönüşümü sürecinde kullanılan bilim ve teknolojinin imkânları NBIC (Nano, Bio, Info, Cogno), yani nanoteknoloji, biyoloji, iletişim ve cognitive (bilişsel) başlıkları altında ele alınmaktadır. Transhümanizm disiplinler arası (interdisciplinary) bir sistemdir, zira filozoflar, fütüristler (gelecekçiler), hippiler, bilim adamları, hukukçular, sosyologlar, tıp doktorları, mühendisler, sanatçılar, edebiyatçılar, psiko-farmakologlar, genetikçiler, teknoloji merkezleri, şirketler, bürokratlar transhümanizmin başarısı için faaliyet göstermektedirler. Sadece birkaç on yıldır kendini göstermeye başlayan bu sistemin başarısı için kimileri yüzyıllardır hazırlık yapıyordu. Bu yazıda bu sistemi daha yakından tanımaya çalışırken sürekli geçmişe dönmek durumunda kalacağız.
FM-2030
“Geleneksel isimler bir kişinin soyunu, etnik kimliğini, milletini ve dinini tanımlar. Ben ne on yıl önceki ne de yirmi yıl sonraki kişiyim. FM-2030 ismi 2030’lu yılların ne denli büyülü zamanlar olacağına dair inancımı yansıtıyor. 2030’da yaşsız olacağız ve herkesin sonsuza kadar yaşayabilecek mükemmel bir şansı olacak. 2030 bir düş ve bir amaç…” - FM-2030
Bu ifade 2030 yılında sonsuz hayatı yakalayacağına inanarak ismini FM- 2030 olarak değiştiren Feridun M. Esfandiary’e ait.

 

FM-2030 (1930 – 2000)


 

Esfandiary Ekim 1930’da İran’lı bir diplomatin çocuğu olarak Brüksel’de dünyaya gelir, babasının vazifesi dolayısıyla çocukluğu birçok ülkede geçer, öyle ki 11 yaşına gelene kadar 17 ülkede yaşama fırsatı bulur ve bu fırsatı bir ailenin çocuklarına verebileceği en güzel hediye olarak tanımlar. İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra 1948 Londra olimpiyatlarında Iran milli basketbol takımında yer alır. 70’li yıllarda tüp bebek, tele-konferans, tele-alışveriş, tele-tıp gibi kavramlardan söz eder. 1989 yılında CNN’de Larry King ile söyleşisinde uzayda kolonileşmeden ve ölümsüzlükten bahseder. Larry King programında Esfendiary’nin yeni çıkan “Are you a transhuman?” başlıklı kitabını da izleyici ile tanıştırır. Kitabında “Sen bir transhuman mısın?” diye soran Esfandiary, The New School’da verdiği dersler esnasında transhuman kelimesini “yeni evrimleşen varlıkların ilk tezahürü” olarak tanımlar.

 
“Are You Transhuman?” Kitabı



Transhuman kelimesini Türkçemize geçiş insanı olarak çevirebiliriz. “Sen bir geçiş insanı mısın?” sual-cevap biçiminde 25 test içeren okuyucu ile etkileşen bir kitap. İlk test “kelime hazineniz ne kadar güncel” üzerine kurulu. Bilim ve teknolojinin kelimelere yüklediğimiz anlamları nasıl değiştirdiğini, ya da zihnimizdeki kavramları ne tür yeni kelimelerle ifade ettiğimizi ele alıyor. Değişimin kelimelere yüklenen anlamlar, yeni üretilen kelimeler ya da evrilen kelimeler ile başladığını vurgularcasına… İkinci test telefon bankacılığı, elektronik bankacılık gibi araçları ne kadar kullandığınızı sorguluyor. Seksenlerin sonunda günümüzün elektronik ticaretini görür gibi FM-2030. Okulun bir sonraki safhası tele-eğitim, hastanenin bir sonraki safhası tele-tıp diyor… Daha da ileri bir görüş sergileyerek her insan üzerinde ve içinde alıcılar vericiler içererek sisteme bağlanmış olacak diyor. Testler devam ediyor ve son test “Sen bir geçiş insanı mısın?” başlığı ile veriliyor.
Esfandiary, dünyaya Feridun ismi ile gözlerini açar ancak 2000 yılının Temmuz ayında pankreas kanseri sebebiyle FM-2030 olarak tekrar gözlerini yumar. Hayal ettiği 2030’a ulaşamasa da bedeni Arizona’da ALCOR merkezinde ileride “yeniden canlandırılmak” üzere muhafazaya alınır.


 

ONALTIYILDIZ'dan alıntı

Transhümanizme Giriş – 2

Transhümanizme Giriş – 2

“transhümanizm, bilim ve teknolojinin tüm imkânlarının transhuman kelimesi ile tanımlanan dönüşmüş bir insan için seferber edildiği bir sistemdir”


1 Şubat 2013 09:23
font boyutu küçülsün büyüsün



Transhümanizme Giriş – 2

Yazımızın ilk bölümünde “transhümanizm, bilim ve teknolojinin tüm imkânlarının transhuman kelimesi ile tanımlanan dönüşmüş bir insan için seferber edildiği bir sistemdir” demiştik. Bu dönüşümün bir safhasında robotik konusunun önemli bir rol oynayacağı önermesini yapalım ve yazımızın bu bölümünde önermemizin doğru olup olmadığını tespit etmeye çalışalım:
Robotlar sanayide, arama-kurtarma operasyonlarında, madenlerde, bomba imhası gibi insanların yaralanma veya hayatlarını kaybetme risklerinin olduğu sahalarda kullanılan elektromekanik düzeneklerdir. Günümüz robotlarının tümüyle otonom hareket ettiğini, verilen görevi insan müdahalesi olmaksızın yerine getirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yukarıda bahsi geçen alanlarda kullanılan robotlar ya bir platform üzerinde sabitlenmiş ya da palet veya tekerlek mekanizmaları ile bütünleştirilerek yürür hale getirilmiştir. Bu türden bir robotun insan gibi iki ayaklı olmasını gerektirecek hiçbir sebep yoktur. Ancak yapılan çalışmalar robotları dış görünüş olarak git gide bize benzetirken, biz de duygusal anlamda git gide robotlaşmaktayız, bu yakınsama sonunda kaçınılmaz olarak insan makine bütünleşmesi önümüze bir reçete olarak konacaktır. Transhümanizm bunun altyapısını her alanda planlı ve programlı bir biçimde hazırlamaya devam etmektedir.

Robotların sanayide kullanımına dair bir örnek

Tasavvufta râbıta olarak bilinen ve bağ anlamına gelen bir kavram vardır. Sevilene karşı muhabbeti sürekli kılabilmektir râbıta, muhabbetin sürekliliği ise alâkaya ve yakınlığa dönüşür. Yine muhabbetin yoğunluğu ile ilintili olarak zamanla sevilenin özellikleri sevende belirir öyle ki sevilen ne kadar çok hatırlanır, yâd edilirse muhabbet o denli artar. Sevilenin hâliyle hâllenme de diyebiliriz bu sürece. Râbıtaların kaynağı el-Vedud olan Allah’tır (C.C.). Velhasıl, el-Vedud sıfatı kâinatta tecelli etmeseydi robottan bir farkımız kalmazdı. Râbıta ve Robot ses olarak birbirine ne kadar yakın ama anlam olarak ne kadar da uzak iki kelime öyle değil mi?
Robot kelimesini ilk olarak Karel Čapek 1920 yılında kaleme aldığı R.U.R. (Rossum’s Universal Robots) adlı oyununda kullanmıştır. Bu oyun 1927 yılında Halit Fahri Ozansoy tarafından Âlemşümul Suni Adamlar Fabrikası olarak dilimize de çevrilmiştir. Robot kelimesi Çek dilinde çalışmak anlamına gelen robota’dan gelmektedir. Čapek oyununda okyanusun ortasındaki bir adada ucuz işgücü amacıyla robot üreten bir fabrika merkezinde gerçekleşen olayları anlatır. Robotlara bir ruh verme arzusunu oyunla ilgili anahtar kelimelerden biri olarak kabul edebiliriz.
 
Robotiğin öncüleri olarak Bağdatlı Beni Musa Kardeşleri gösterebiliriz. Dokuzuncu yüzyılın ortalarında kaleme aldıkları Kitab el-Hiyal (Book of Ingenious Devices) adlı eserlerinde otomatik kontrolün ve mekaniğin öncü çalışmalarına rastlanır. Robotik alanındaki en esaslı çalışmalar ise El Cezeri’ye aittir. (Uzun künyesi: Bediuzzaman Ebu’l-İzz İbn İsmail İbnü’r-Rezzaz) Cizreli bu bilim adamınızın 1206 yılında bir anlamda ilk programlanabilir otomatı yaptığı bilinmektedir. 13. yüzyıl başında ilk robotun Anadolu’da El-Cezeri tarafından yapıldığını bilmek insanı heyecanlandırmaktadır.
Elbette robotiğin temelini teşkil etmesi açısından Ctesibius, Philo ve en önemlisi Heron gibi bilim adamlarının milattan yaklaşık 250 yıl önce başlayıp milattan sonraki ilk yüzyıla kadar süren bir zaman dilimi içinde attıkları adımları da unutmamak gerekmektedir.
Hz. Mûsâ (aleyhisselâm) devrinde yaşanan Altın Buzağı hadisesini hatırlayacak olursak, robotiğin temellerinin çok daha gerilerde aranması gerektiğini anlarız.
El Cezeri’den sonra göze çarpan ilk robotik uygulaması 1495 yılında Leonardo da Vinci’nin Mekanik Şövalyesidir. Çoğu kez gözden kaçan bir hadisedir ki, Leonardo da Vinci devrin Osmanlı Padişah’ı II. Beyazıd’a Istanbul’daki eserlerin projelerini yapmayı teklif eder. II. Beyazıd Han bu teklifi geri çevirir, zira kendi milli ve dini mimarimizin şekillenmesini istemektedir. İşte bu uzun ufuklu görüş ilerleyen yıllarda Mimar Sinan’ı ve muhteşem eserlerini doğuracaktır.
Osmanlı Sultan’ı II. Abdülhamid Han tarafından (1888 – 1889 yılları arasında) yaptırılan ALAMET isimli robotun günümüz robotiğine en yakın, ilk ve öncü tasarım olduğu yapılan son araştırmalar neticesinde artık bilinmektedir. Unutulan bu tasarımı tarihin tozlu raflarından indirip milletimiz adına bir iftihar vesilesi olarak sunanlara teşekkürlerimizi arz ederiz.
Robotlar kendilerini 1928 yılında W. H. Richards’ın çalışması ERIC ve 1939 yılında Westinghouse firmasının geliştirdiği ELEKTRO ile yeniden gösterirler. 1940’lardan sonra robotik konusundaki çalışmalar, yoğunluğu nedeniyle, burada kapsam dışı bırakılmıştır.
Sinema dünyasında ise robotik konusunu içeren ilk yapım –bildiğimiz kadarıyla– 1926 yılında gösterime girmiş olan Metropolis filmidir.

Robotiğin sinema dünyasındaki ilk örneği 1926 yapımı Metropolis

1926 yılından (Metropolis’ten) bu güne kadar çevrilmiş –içerisinde robotik/sibernetik unsurlar barındıran– filmlerin bir listesine gerçi
gibi çeşitli sitelerden ulaşılabilir. Ama gelin hep beraber, kronolojik kaygı gütmeden ve ilave araştırmalar yapmadan hafızalarımızı biraz zorlayalım, robotik kapsamında neler hatırlıyoruz görelim:
1962 yapımı bir çizgi film olan Jetgiller’i (Jetsons), yaşadıkları geleceğin dünyasını ve hizmetçi robotları Rosie’yi hatırlıyoruz değil mi? Yakında mağazaların hizmetçi robotlar bölümlerinde göreceğimiz türden bir robot olan Kojiro’nun ( http://www.youtube.com/watch?v=UfPHYpR4jUs ) yüzünü biz 2004 yapımı “I, Robot” filmindeki robotlarınkine benzettik.

Jetgiller, hizmetçi robotları Rosie, hizmetçi robot Kojiro

Başrolünde Yul Brynner’in yer aldığı 1973 yapımı Westworld filmini yıllar önce TRT’de izlemiştik, konusunu hatırlayalım dilerseniz: Zengin tatilciler için tasarlanmış bir eğlence parkında istediğiniz insansı robotu (humanoid robot) istediğiniz amaçla kullanabileceğinizi hayal edin, hayalinize göre programlanmış bu robotlar size aradığınız mükemmel tatili sunacak olsunlar. İki tatilci bir vahşi batı macerası yaşamak isterler ancak bilgisayar programın çökmesi sonucu robot Gunslinger tatilcilerin korkulu rüyası olur.

 
Yul Brynner 1973 yapımı Westworld filminde robot Gunslinger rolünde


1974 yılında The Six Million Dollar Man, 1976 yılında The Bionic Woman dizileri gösterime girer ve 1978 yılına dek gösterimde kalırlar. Her iki dizi de biyonik iki kahramanın maceralarını konu edinir.

Biyonik Kadın ve Altı Milyon Dolarlık Adam
 

1978 yapımı Battlestar Galactica dizisinde insanların robot saylonlara (cylon) karşı verdikleri hayati mücadeleyi takip etmiştik. 1984 yılı yapımı Terminator (yok edici) ve 1987 yapımı RoboCop (robot polis) filmlerinin konularını sanırız çoğumuz biliyoruz.
Battlestar Galactica, Terminator ve RoboCop filmlerinden
 

Bir de RoboCop’un savaştığı ED-209 modelini hatırlayalım: Filmde, ED-209 uyuşturucu bağımlısı bir suçludan çıkartılmış beyin ve omurilik tarafından sevk ve idare edilen bir robottur. Öte yandan doksanlı yıllardan hatırlayacağımız Ninja Kaplumbağalar çizgi filminde bir karakter vardı; Krang. Yapay bir bedeni sevk ve idare eden bir beyindi Krang. Yine doksanlı yıllar, birçoğu niteliksiz, bir dizi Cyborg filmleriyle de hatırlanabilir.

RoboCop filminden ED-209 ve onu sevk eden beyin, Ninja Kaplumbağalardan Krang

2001 yılı yapımı AI (Artificial Intelligence – Yapay Zekâ) filminde gerçek duyguları olan yapay çocuk David ile tanıştık, “annesi” Monica’ya karşı beslediği büyük sevgiyi gördük.

2001 yapımı AI -Artificial Intelligence- filminden David ve Gigolo Joe karakterleri1977 yapımı Star Wars filminden android C3PO ve robot R2D2

David’ten çok önceleri duyguları öğrenmeye çalışan bir androidimiz vardı değil mi? Star Trek serilerinden hatırlayacağımız “Data”. Yine Star Trek dizilerinde bizi Borg ırkı ile tanıştırmışlardı. Borglar sibernetik organizmalardı, kolektif bir şuura sahiptiler, küp biçiminde bir uzay araçları vardı, bu küp karşımıza bir bilgi deposu olarak Transformers (2007) filminde, bir labirent olarak Cube (1997) filminde de çıktı.

Küpler: Star Trek, Transformers ve Cube filmlerinden

Konumuzdan çok uzaklaşmadan Borgların felsefesi neydi hatırlayalım: “yaşam kalitesini yükseltmek” (quality of life). Yaşam kalitesinin yükseltilmesinden anladıkları, Star Trek evrenindeki canlı organizmalara sibernetik implantlar vasıtasıyla müdahale etmekti. Kısacası bu canlıları, robotlaştırıyor, makineleştiriyorlardı, bundan da öte, onları ortak bir şuurun parçası kılıyorlardı. Tek bir şuur vardı ortada, bu amaçla bireysellik yok ediliyor, özgür irade ortadan kaldırılıyordu, işte bu asimilasyona onlar yaşam kalitesinin yükseltilmesi diyorlardı. Bu ortak şuurun merkezinde Borg Kraliçesi (Borg Queen) bulunuyordu. İnsan birey olmaktan çıkıyor, sürünün kendi varlığından habersiz ya da şöyle böyle haberdar bir üyesi oluyordu.

Star Trek dizisinden android Data ve Borg Kraliçesi, Mad Max filminden Master Blaster

Star Trek – Voyager serisi bizi yeni bir karakterle de tanıştırdı: Dokuzun yedisi (Seven of Nine). Seven of Nine asıl adı Annika Hansen olan bir insandır, vücudunun 18%’ i sibernetik implantlardan oluşmaktadır. Hayat hikâyesine kısaca göz atacak olursak, anne ve babası biyolojik evrim ve geleceğin evreninde yaşamın nasıl olacağına yönelik alanlarında araştırmalar yaparlarken Borglar konusunu ele almak isterler, aslında Borgların sunduğu bir nevi sonsuz hayat onları cezbetmektedir. Filmin bir sahnesinde altı yaşındaki kızları Annika’nın “Baba, Borg olunca canım acıyacak mı?” sorusuyla karşılaşırsınız. Sonunda Borglar’ı bulurlar ve onlar tarafından asimile edilirler. Annika daha sonraları Star Trek’in doktoru tarafından implantlarının büyük kısmından kurtarılacak ve gemi mürettebatına katılacaktır.

Seven of Nine önce ve sonra
  •    
     

O seride bir sahne vardır, Borg kraliçesi Data’ya “ben kaosa düzen getireceğim” (I’ll bring order to chaos) der. Order out of chaos – ordo ab chao.
Tekrar edelim, Borglar ortak bir şuur ile hareket ediyor, bir görevi kolektif biçimde yerine getiriyor ve kendi aralarında bir şekilde haberleşiyorlardı. Borglar aslında yazının birinci bölümünde söz ettiğimiz NBIC (nano, bio, info, cogno) ürünüydü. Peki, günümüzde Borgların bu kolektivizmini barındıran çalışmalar yapılıyor mu diyecek olursanız, birkaç örnek verebiliriz, bunlardan bir tanesi yapay zekânın karınca kolonilerini örnek aldığı bölümü. Buradaki felsefe karınca kolonisi optimizasyonu (ant colony optimization) olarak adlandırılıyor ki bu konuyu sürü zekâsı (swarm intelligence) kavramına genişletebiliriz. Diğer bir örnek sürü robotiği (swarm robotics) olarak gösterilebilir.
Bu noktada çizgi dünyadan birkaç örnek hatırlayalım:
2005 yılında Robots çizgi filminde canavarlaşan robotlara karşı etik değerleri olan robotlarla karşılaştık. 2008 yılında gösterime giren Wall-E’de robotların birbirlerine duydukları muhabbet gözlerimizi yaşarttı.

Robots, Wall-E

İki filmden daha söz etmek istiyoruz, 2009 yapımı Surrogates ve yine aynı yıla ait Gamer. Surrogates’te insanlar evlerinden kendi adlarına bir cyborg’u dışarıda dolaştırıyor, bu anlamda sevk ve idare ediyorken, Gamer filminde insanlara nanoteknolojik eklentiler yapılmış bir dönem anlatılmakta, öyle ki sizi başka birisi idare ediyor, Mad Max filmindeki Master Blaster’in evden (uzaktan) sevk edilenini düşünün…

2009 yılı yapımı Surrogates filminden bir sahne
2009 yılı yapımı Gamer filminden bir sahne, Kable karakteri bir genç tarafından sevk ediliyor

Avatar filminde atkuyruğu şeklindeki uzuvlar bir çeşit USB portu gibi kullanarak çevredeki nesnelere bağlantı yapılıyordu, değil mi? Bunun bir transhümanist simge olduğuna dikkatlerinizi çekmek istiyoruz.

Avatar filminden bir sahne

Yukarıda değindiğimiz transhümanist simge gibi birçoğu Avatar’dan onlarca yıl önce Star Trek serisinde bir neslin bilinçaltına gönderilmişti. Bu mesajları daha ilk Star Trek serisinde bile bulabilirdiniz örneğin mürettebattan bir kadın subay Kaptan Kirk’e “ben bir android vücut istiyorum, ölümsüzlük istiyorum, sonsuza dek yaşayacağım, hep genç ve güzel olacağım” diyordu. 1995 yılında başlayan Star Trek: Voyager serisinde birliğin uzay gemilerinden USS Voyager, 75000 ışık yılı uzağa, uzayın Delta Çeyreği olarak adlandırılan bölgesine sürüklenir. Bu bölgede Borglar baskın unsurdur. USS Voyager ekibi bir çıkış rotası belirler ancak bu sefer karşılarına ayrı bir tür çıkar; 8472 ırkı. Bu yeni tanıdıkları ırkı bertaraf etmek için Borg’larla birlik olurlar. Bu birlik sırasında biz izleyiciler nöro-alıcı/vericiler ile karşılaştık, bu cihaz iki canlının sinir sistemlerini birbirine bağlıyor, tek bir ortak şuur oluşturuyordu. 1960 yılında yapım hazırlıklarına başlanan 1966 yılında gösterime giren Star Trek (Uzay Yolu), yirmi yıl önce ortaya atılan transhümanist kavramları alt yapısında barındıran filmlerden biri olarak göze çarpmaktadır. Bu arada 2009’da Gelecek Başlıyor (The Future Begins) sloganıyla yeni bir Star Trek filmi gösterime girdi. Yönetmen tanıdık bir isim: J. J . Abrams. Öte yandan ismini vermeden geçemeyeceğimiz kişilerden biri de Eugene Wesley Roddenberry’dir; Star Trek’in arkasındaki ilk adam, Star Trek’in babası, külleri uzaya gönderilmiş bir hümanist…

8472 ırkı, Eugene Wesley Roddenberry ve J. J. Abrams

1926 yılından (Metropolis’ten) bu güne kadar çevrilmiş –içerisinde sibernetik unsurlar barındıran– filmlerin bir listesine
adresinden ulaşılabilir. Robotların, biyonik yaşamların, öncü transhümanist öğelerin televizyon ve sinema aracılığı ile hayatımıza girdiği, bilinçaltımıza yerleştirildiği daha birçok örnek geliyor aklımıza, eminiz ki siz bu listeyi daha da uzatabilirsiniz.
Oğuz Aksakal

ONALTIYILDIZ'dan alıntı  

Transhumanizme Giriş – 3

Transhumanizme Giriş – 3

Transhumanizme Giriş – 3


2 Şubat 2013 08:48
font boyutu küçülsün büyüsün


Transhumanizme Giriş – 3

Yazımızın bir önceki bölümünde transhümanizmin bir safhasının robotik ile yakın ilişkili olduğunu öngörmüştük. Yazı dizimizin bu bölümünde kaldığımız yerden devam ederken transhümanist terminolojiye biraz daha ısınacağız. (Çok da ısınmayalım, neme lazım yanarız!)
Bir oyunundan söz ederek başlayalım, öyle bir oyun ki örneğin karakterinize ait şuuru bir teknolojik destek ile farklı vücutlara aktarabiliyor olun! Eclipse Phase için transhümanist kavramları bir oyun içinde kullanabileceğiniz yapay bir evren diyelim.  Oyunun internet sayfasında sizi şu mesajlar bekliyor olacak:

Zihniniz bir yazılım… onu programlayın.
 


ep-2
Vücudunuz bir kabuk… onu değiştirin.
 
ep-3
Ölüm bir hastalık… onu tedavi edin.
 

Yeri gelmişken bir başka oyundan daha bahsedelim: Transhuman Space. Bu oyunun 2003 yılında en iyi RPG (role playing game) kategorisinde Grog d’Or ödülünü aldığını da hatırlatalım. Bu oyunu oynayan çocuğunuzun transhümanizme dair kavramlara kolayca aşina olabileceğini söyleyebiliriz.


Transhuman Space
Transhuman Space

Yazımızın ikinci bölümünde de değindiğimiz, Hz. Musa (A.S.) devrine ait altın buzağı kıssasını hatırlayalım lütfen:

 “(Tûr’a giden) Musa’nın arkasından kavmi, ziynet takımlarından, böğürebilen bir buzağı heykeli (yaparak onu tanrı) edindiler. Görmediler mi ki, o, kendileriyle ne konuşuyor, ne de onlara yol gösteriyor? (Acziyetine rağmen) onu (tanrı olarak) benimsediler ve zalimler oldular.” (el-A’râf, 148)
Ayette de yer alan böğürebilen buzağı heykeli yüksek ihtimalle bir düzenek içeriyordu, bu düzenek buzağı heykelinden böğürme sesini çıkmasına sebep oluyor ve halkın aklını karıştırıyordu.  Yeryüzünde bozgunculuk yapan bir takım insanlar özellikle tapınaklara kurulan mekanizmalar ile halka akıllarını oynatacakları görsel şölenler yaşatıyorlardı. Sunaklara bırakılan yiyecek ya da hediyeler hidrolik sistemler vasıtasıyla başka mekanizmaları harekete geçiriyor böylece sözde tanrılar tarafından hediyeler kabul edildi/edilmedi imajı oluşturuluyordu. Bu aşamada Indiana Jones (Kamçılı Adam) serisinde karşılaştığımız ilkel mekanizmaları hatırlayabiliriz. Öte yandan masallar ve mitler yarı insan yarı hayvan canlılardan söz ediyordu. Dönemin bilim ve teknolojisi (bunlara sihir, illüzyon ve büyüyü de ekleyebilirsiniz) insan zihinlerine sürekli muhtelif mesajlar pompalıyordu. O dönemde insanların bilinçlerine ve/veya bilinçaltlarına hangi mesajlar gönderilmeye çalışıldı ise, günümüz insanı da o çirkin mesajların bu çağa izdüşümünden, emin olunuz, nasibini almaktadır.
Transhümanist terminolojide parahuman dedikleri bir yapıdan söz edelim kısaca, yani insan-hayvan melezi, farklı türlere ait gen ya da hücrelerin bir araya getirildiği karmaşık yapılar. Aşağıda Mısır mitolojisinden yarı çakal yarı insan olan Anubis figürünü görmektesiniz.


Anubis
Anubis

Örümcek adam çizgi filminde, ya da biraz daha geniş bir kümeyi ele alabilmek için örneğin Marvel Comics’in çizgi karakterlerinde bu sembolizmi rahatlıkla görebilmekteyiz. Ayrıca Sinek (Fly) filmi ve Dokuzuncu Bölge (District 9) filmleri geliyor aklımıza.  Biyolojiden örneklendirmek gerekirse bol miktarda ensülin elde etmek amacıyla insan ya da hayvan genleri enjekte edilen bakteriler… İnsan geni enjekte edilmiş küçük ve büyükbaş hayvanlar… Sahi, bu tür hayvanların etlerini yerseniz yamyam olur musunuz sorusunun TV’lerde tartışıldığı zamanları görür gibi oluyoruz…


1958 yapımı ve 1986 yapımı Sinek filmleri, 2009 yapımı Dokuzuncu Bölge filmi afişleri
1958 yapımı ve 1986 yapımı Sinek filmleri, 2009 yapımı Dokuzuncu Bölge filmi afişleri

Dağınık bir üslubu tercih ettiğimiz yazı dizimizin ilk kısımları, bizi transhümanizme hazırlayan unsurları ele almaktadır. Bu nedenle bilimsel-teknik üslubun yerine magazinsel bir üslubu ister istemez tercih etmek durumundayız. Bizim bu tercihimiz konunun magazinsel olduğu fikrini doğurmamalı, zira birçok üniversitede transhümanizm konusunda dersler açılmakta, kimisi transhümanizm kelimesini doğrudan kullanırken kimisi the anthropology of cybercultures (siberkültürlerin antropolojisi) gibi isimlerle yetinmektedir. Üniversitede açılan derslerin yanı sıra seminerler, yaz okulları, konferans ve sempozyumlar, sinema filmleri, dizi filmler, bilim kurgu romanları, FRP türü oyunlar, bilgisayar oyunları, çizgi romanlar, sanatsal çalışmalar transhümanizmi daha geniş kitlelere ulaştırmada kullanılan araçlardan bir kısmı olarak gösterilebilir.

Hatırlayacak olursak, bu sistem, insanı (homo sapiens) öte-insana (posthuman ya da Latince tabiri ile homo excelsior) dönüştürmede bir araçtır, transhuman geçiş evresindeki insana verilen isimdir demiştik. Konunun evrim teorisine bakan yüzü üzerinde çok durmaya lüzum yok, transhümanistler biyolojik evrime günümüz bilim ve teknolojisi ile müdahale edebileceklerini (extropy), onlara göre hala değişmekte olan insanı bu araçlar vasıtasıyla öte-insana ya da başka bir değişle üstün insana dönüştürebileceklerini söylemekteler. İnsanlara “Denizden karaya şu kadar milyon yılda geçtik, şu çağdan bu çağa bilmem kaç bin yılda ulaştık. Yeter! Biz artık bu işe el atıyoruz.” fikrini aşılamaya çalışmaktalar. İşte bu fikre katılımcı evrim adını veriyorlar. İnsan bedeninin ve zihinsel yapısının belki buna merkez olarak insan beyninin teknoloji yardımıyla biyolojik sınırlardan arındırılması, mutasyon ya da doğal seleksiyona bırakılmadan bir sonraki evreye geçirilmesi. Bu fikir 1960 yılındaki “Cyborgs and Space” başlıklı çalışmalarıyla Manfred E. Clynes ve Nathan S. Kline’a aittir.
Teknoloji yalnızca insanı biyolojik sınırlarından arındırmayacaktır elbette. Bu aşamada Star Trek evrenine, Kaptan Körk’ün (Captain Kirk) Apollo’yu bulduğu bölüme geri dönecek olursak mürettebatın (hâşâ) tanrıya uzayın derinliklerinde ulaştığını görürsünüz ki burada bilinçaltımıza tanrının teknoloji ile bulunacağı mesajı verilir. Teknolojiye tanrıyı bulma işlevi de yüklenir böylece …


Star Trek mürettebatı ve Apollo
Star Trek mürettebatı ve Apollo

Manfred E. Clynes ve Nathan S. Kline’ın fikirleri bilim kurgu yazarlarının, senaristlerin dikkatinden kaçmaz tahmin edeceğiniz gibi. Ancak kabul edersiniz ki, bilim kurgu yazarları bu sözünü ettiğimiz katılımcı evrimde bir sonraki aşamanın ne olacağını tam olarak kestiremezler. Transhümanist doktrinerlerin beklentilerini karşılamak için daha birçok bilim alanının transhümanizmin hizmetine sunulmasına, daha pek çok bilim ve teknoloji adamının çalıştırılmasına ihtiyaç vardır. Bu aşamada devreye üniversiteler, araştırma kuruluşları ve enstitüler girer ki bu faslı şimdilik kapsam dışı bırakmakta yarar görüyoruz, ileride hususi olarak ele alacağımızdan emin olabilirsiniz. Teknolojik gelişimin (evrimin) sözde biyolojik olanı kapsadığına dikkat etmemiz gerekiyor. Felsefi düzlemde bir teknolojik evrimi kabul etmek sizi otomatikman biyolojik evrimi de kabul edenler sınıfına çekmekte. Öte yandan transhümanistlerin bir çeşit morfolojik özgürlük (morphological freedom) peşinde olduğunu da hemen dile getirebiliriz, yani çeşitli teknolojiler yardımıyla bedenlerini değiştirebilme hürriyeti! Bu fikre karşı oluş onlara göre biyolojik köktencilikten (biological fundamentalism) başka bir şey değildir. Diğer bir hedef ütopik biyoteknolojidir (utopian biotechnology), fiziksel ya da zihinsel acı duyuşun yok edilmesi yanında kendini daima çok-iyi-hissediş. Transhümanistler genetik değişimler dönemine gelmeden önce yapay organ nakilleri, nanobotlar yardımıyla hasta ya da hasarlı hücrelerin yenilenmesi, yine nanobotlar yardımıyla nöronlarımızın (sinir sistemimizin) kopyalanması, bir sanal gerçeklik ortamına yüklenmesi (upload) ya da kavanozdaki beyin biçiminde bir bilgisayar ağında yaşam önerileri ile karşımıza çıkmaktalar.
Nanoteknolojiden söz etmişken bir ara TRT Çocuk kanalında da yer alan NanoBoy (nano çocuk) çizgi filmi örnek olarak gösterilebilir; çizgi filmde nano ölçekte bir çocuk kahramanın vücutta yer alan zararlı mikro organizmalarla mücadelesi konu edilmiş.


Nano Boy
Nano Boy

Transhümanist fikirlerin ne kadar gerçeklenebilir olduğunu zaman içinde göreceğiz, gözden kaçırdığımız bir husus var ki, o da bu ideallerin bir anda değil sürekli, planlı ve yoğun çalışma ile gerçeklenebilir olacağıdır. Bizi nelerin beklediğinin ne kadar farkındayız acaba?

 
Oğuz Aksakal

ONALTIYILDIZ'dan alıntı 

Google ve Singularity

Google ve Singularity

Güçler birleştirildi. Ray Kurzweil, 9'lara katılmak için bir adım daha mı attı? Adaylık bitti mi?


1 Ocak 2013 10:47
font boyutu küçülsün büyüsün


 
Türkiye’de henüz hiç bilinmeyen  Singularity’den Oktan Keleş’in uyarıları ile haberdar olduk.
Oktan Keleş, bu konuda “milat” olan bir makale yazmıştı:  “Singularity Tehlikesi  Bilinç Kıyameti.”  http://www.onaltiyildiz.com/artikel.php?artikel_id=33
Bu makaleyi “milat” olarak nitelendirmemizin sebebi ise, bu yeni akımın “bonibon şekerleri” gibi bize sunulmasının arkasında yatan gerçek planı ilk kez açıklaması ile ilgilidir.
O makalede Singulartiy’den  şu şekilde bahsetmişti Oktan Keleş:
“Şeytanî seçilmiş zekaların yeni ürünü. Yeni din anlayışına biçtikleri rol.
  1- Önce insanlık bilincini, hafızasını, zekasını silmek.
 2- Daha sonra kendi anlayışlarını, insanlığın sıfırlanmış zeka ve hafızasına işleyerek yeni bir bilinç oluşturmak.
Silinecek insanlık bilincinde dinî inançlar dahil olmak üzere tüm bilgiler; dünya insanını ilgilendiren tüm argümanlar mevcut. Böylelikle, seçilmiş bir dünya kitlesine bir nevi bilinç kıyameti yaşatıp yeni bir çağ başlatmak.
Amaçlanan asıl plan dünya hafızasını (tarihini) tümden yok edip; yani insanlık bilgisinden kopartıp yeni bir tarih başlatmak.
Ancak bu planda o kadar yeni kavramlar ve içerikler mevcut ki, "tarihi başlatmak" derken aslında başlayan her şeyi yok etmek üzerine kurulu bir sistem bu...
 Singularity içeriğinden birkaç plan:
1- Tüm zekalar aynı seviyeye getirilmeli.
2- Tüm insanlık bilinci yok edilmeli.
3- Bu, aşamalı olarak bilim ve yeni bir akım hâlinde gerçekleştirilmeli.
4- "Bilim öyle ileri gitmiştir ki…" inancı insanlara; yani bilimle alakası olmayan insanlara hissettirilip onlarda aşağılık kompleksi ve işe yaramadıkları psikolojisi yaşattırılmalı.
5- Dahiler, zekiler, bilim adamları elenmeli.
6- Dünyada süper beyinler zümresi ve işe yaramazlar zümresi oluşturulmalı.
7- Bilimde gelinen durumun her insanı ölümsüz kılacağı düşüncesi telkin edilmeli ve buna inandırılmalı.
8- Kafası kesilen bir insanın dondurulup tekrar birleştirileceği çalışmalarının deklare edilmesi… (Birinin kafasını kesip sonra birleştirme -sözde- mucizesi; Deccalî bir vasıf.)
9- Dijital bilimin insan vücudu ve suretini ele geçirmesi… Önce zihinden başlayarak yarı makine (organları plastik) insanların meydana getirilmesi...
10- "Uzun yaşamın sırrı çözüldü." imajının (ölümün yenilmesi) oluşturulması… Böylelikle ortada hesap verilecek bir gün olmayacak.
Singularity felsefesi:
* Var olmayanı var gibi göstermek.
* Deccalî bir yaklaşım.
* Mucizeler (bilimsel) göstererek insanlığı etkilemek.
* Cennet ve cehennem temaları.
* Dünyada yalancı sahte cennetler kurma projeleri.
* Singularity felsefesi hak eden insanlara ömür boyu cennet vaadi ve teknolojik yalancı cennet tabiriyle kurulacak mekanlar…
Akla Hz. Peygamber Efendimiz (sav)'in Deccal ile ilgili hadisi geliyor:
"Kim Deccal'i görürse Deccal yalancı cennet gösterecek. Onun cennetine kimse el uzatmasın. Onun gösterdiği cennet aslında cehennemdir. Cehennem diye gösterdiği cennettir. Dikkat edin." diye buyurmuştur."
Ray Kurzweil işte tam da Oktan Keleş'in yukarıda anlattığı işleri yapan  kişilerden biridir.  Kurzweil, "ölümsüzlüğü aradığını" söylüyor. Hadisi Şerif'i bir de böyle okumalıdır.  Ray Kurzweil, yapacaklarını   teknolojiyi kullanarak yapıyor. Teknolojiyi "kılıf" olarak kullanıyor. 
Oktan Keleş, makalelerinde ve  kitaplarında SİNGULARİTY’nin ne kadar tehlikeli olduğunu dünyaya  ilk duyuran kişi oldu. O yazısında ve kitaplarında belli isimlere de özellikle dikkat çekti. Bunlardan biri de  Ray Kurzweil’di. Ray Kurzweil  Oktan Keleş’in uyarılarından sonra bizim de ilgi alanımıza girmişti.
Ray Kurzweil’in ne kadar tehlikeli bir Şeytani olduğunu yine Oktan Keleş’in uyarıları sayesinde öğrenmiş olduk. Oktan Keleş bu şahısla ilgili olarak:
“En güvenilir insanların bizzat bu işlere, deneylere kendilerini kobay olarak kullandırtmasıyla “güvenilirliğin” arttırılması... Bu işin başındaki adam Ray (Raymond) Kurzweil’dir. Ray Kurzweil, Dünya Büyük Şeytanî Organizasyonu’nun 9’lar konseyi adayıdır. İlk 21 kişi arasında… Bilim dünyasının karanlık prenslerinden biri... 
Bu şahıs (Ray Kurzweil) kafasını kestirip klonlanmasını istemektedir. Hz Davud’un Calut’un kafasını kesişinin sembolü gibi…”
Google ve Ray Kurzweil şimdi güçlerini birleştirdiler. Bu durumu, artık yeni bir şeylerin başladığına işaret olarak okumak gerekir. Olay, basit bir transfer olarak görülmemeli. Singularity’in yeni bir adımı olarak okunmalıdır
İşte ilgili haber:     
"Google, tanınmış fütürist Ray Kurzweil’i bünyesine kattı. Duyuruyu Kurzweil kişisel internet sitesi Kurzweilai.net üstünden yaptı. Kurzweil, Google’a karşı duyduğu yakınlığı güzel sözlerle ifade ederken, bugün itibariyle işe başlayacağını belirtti. Google’da mühendislik direktörü olarak görev yapacak olan Kurzweil, dil işleme ve makine öğrenme projelerinden sorumlu olacak.
64 yaşındaki Kurzweil, teknolojinin getirebileceği olanaklar ve geleceğe ilişkin öngörülerde bulunan yazılarıyla da tanınıyor. Gelecekte bir noktada bilgisayarların zeka ve farkındalık bakımından insanlarla eşit seviyeye geleceğini söyleyen Kurzweil, bu durumun teknolojik gelişmeleri daha önce eşi benzeri görülmemiş bir hıza taşıyacağını ifade etti. Kurzweil, bu gerçekleşmesi olası süreçte Google’ın şimdiden sürücüsüz araba ve soruları cevaplayan Android işletim sistemli telefonlarla ön saflardaki yerini aldığını dile getirdi."
 
Erol Elmas
buulkem@gmail.com 

ONALTIYILDIZ'dan alıntı

Singularity ve Hollywood – 1

Singularity ve Hollywood – 1

Evrim Teorisinin Ortaya Atılması ve Singularity Hareketinin Sahne Alması Üzerine.


17 Şubat 2013 09:37
font boyutu küçülsün büyüsün


Singularity ve Hollywood – 1
Evrim Teorisinin Ortaya Atılması ve Singularity Hareketinin Sahne Alması Üzerine
Evrim Teorisi, her zaman bir teori olarak kaldı ve getirmiş olduğu bakış açısı insanlığın gelişimine hiçbir katkı sağlamadı. İşin ilginç yanı bir teori olarak kalmasına rağmen her zaman hakikatin açıklayıcısı bir düşünce gibi algılatıldı ve Bilim Tarihi’nde eşsiz bir konumu oldu. Charles Darwin, bugün itibariyle hiçbir bilimsel değer taşımayan Türlerin Kökenini yazdığında hem yepyeni şeyler söyleme iddiasında idi hem de yaratılış konusundaki bir yalanı kendince açıklıyordu. Hâlbuki Evrim Düşüncesi Eski Mısır Medeniyetinde dahi vardı. Ortaya atılan düşünce yepyeni olmaktan ziyade, eski bir düşüncenin yepyeni bir makyaj ile pazarlanmasından ibaretti. Devrinin propaganda etkinliği ve akademik etkinlik açısından en öndeki unsurlarından biri olan biraderlik cemiyetleri tarafından sahip çıkılması, alınan sonuç üzerinde büyük etki gösterdi. Türlerin Kökeninin yayınlanmasını takip eden birkaç hafta içinde teoriye bütün Avrupa çapında öylesine içten ve coşku içinde sahip çıkılmıştı ki Yaradılış Düşüncesi psikolojik hâkimiyetini kaybetmiş ve bu makaleye karşı çıkma cesareti kimsede kalmamıştı. Bir yönüyle psikolojik savaş kavramı henüz kullanılmıyor iken, bir nevi psikolojik savaş harekâtı gibi yürütülen bir propaganda büyük bir zafer kazanmış oluyordu. Bu zaferin etkileri üzerine birkaç yüzyıl kadar bilimin, hakikatin açıklayıcısı olma gibi bir konum elde ettiğini görüyoruz. En azından şunu diyebiliriz ki: Bilimin putlaştırılması serüveninde evrim propagandası önemli bir kilometre taşı olmuştur.
Çağımıza baktığımız da ise benzer çağrışımlar yapan bir propagandanın Hollywood imkânlarını kullanabildiğini görüyoruz. Singularity Üniversitesi, bu yeni düşüncenin Charles Darwin'i olma konumunda bulunan bir müessese. Diğer yandan ABD’deki 4000 üniversiteden sadece bir tanesi ve aynı zamanda en büyük 300-500 üniversite içerisinde dahi değil, daha yeni kurulmuş, küçük bir kurum. Uzun yıllar, YK(Yapay Zeka), mekatronik, robotik üzerine çalışmış insanların bile bir çoğunun sadece adını duyduğu, bazısının adını dahi duymadığı zoraki mütevazi bir yapılanma. Bunun yanında pek çok transhümanist organizasyon da mevcut. Bunlar da gerek akademik olarak gerekse üye sayısı itibariyle Singularity Üniversitesi’nin etkinliğine dahi sahip değiller. Çoğunun merkezi ABD ve bu ülkenin organizasyonlarının bütçeleri ile kıyaslandığında çok küçük bütçelere sahipler.
Genel resim böyle gözükmesine rağmen özellikle yeni neslin zihni kalıplarının ve gelecek projeksiyonunun oluşmasında çok ciddi tesiri olan sinema-televizyon endüstrisinde singülariteryen/transhümanist temalara yer veren yapımların sayısı ve etkinliği her geçen gün artıyor. Bu cenahın çok önemsediği “üssel büyüme” propaganda yönüyle sağlanıyor. Bilimden çok pseudo-science/bilimsi kategorisine giren düşünceleri kurgunun imkânlarıyla, Hollywood prodüksiyonlarıyla ihtişam kazanıyor. Zeki ve kabiliyetli bir senaristin bazen on yıl uğraşıp kapısından içeri dahi giremediği herkese açık gözükmekle beraber herkese kapalı büyük stüdyoların kapıları singulariteryenlere daima açık gözüküyor. Bugünün ve yakın geleceğin en önde gözüken yapımcıları bu temaları işleyen filmler/diziler yapma hususunda adeta birbirleriyle yarışıyorlar. İşte tam da bu noktada bazı sorular akla geliyor:
  • Bu kadar az kabul görmüş ve bir yönüyle bütüncül anlamda teorize dahi edilememiş bir düşünce nasıl dünyanın en etkin propaganda aracı olan Sinema-Televizyon Endüstrisi’nde kendine kartopu misali sürekli büyüyen bir yer edinebilir?
Cevap olarak bu projelerin karlı olduğunu düşünebiliriz ve aslında tamamen yanlış bir cevap vermiş oluruz. Sektörle ilgisi olanların belki daha iyi anlayabileceği üzere karlılık ne anlatıldığı kadar nasıl anlatıldığı ile de ilgilidir. Dramatik yapının sağlam olması ve gelecek-bilim gibi konseptler, bilinmezliğin gizeminin kullanılması, bir hikayenin ne anlattığından çok nasıl anlattığı ile de ilgilidir. Dolayısıyla karlılık açısından singülariteryen temalara ihtiyaç yoktur. Bu temalara ihtiyaç duymadan da kar edebilen çok sayıda proje de zaten bunun ispatıdır. Daha sonradan değineceğimiz singülariteryen temaları işleyen pek çok film ve dizi de kar etmemiştir. Bu noktada singülariteryen temaların/düşüncelerin kullanımının tamamen sübjektif/keyfi sebeplere bağlı olduğunu anlarız. Endüstrinin büyük oyuncularını bu konuda “ikna” eden “gücün” kim, kimler veya hangi organizasyonlar olduğunu merak ettiğimiz bir idrak seviyesine ulaşırız.
Gelecek Yazı da Cevap Aranacak Sorular:
Hollywood bir düşünceyi nasıl kabul eder? Ve Hollywood’un kabul ettiği bir düşünce nesil üzerinde nasıl bir tesir icra eder?
Singulariteryen temaları işleyen projelerin bütçe büyüklükleri ne kadardır? Ve hangi düşünceleri nasıl işlemişlerdir.

ONALTIYILDIZ'dan alıntı 


Singularity ve Hollywood – 2

Singularity ve Hollywood – 2

Hollywood’un Büyüsü


3 Nisan 2013 09:08
font boyutu küçülsün büyüsün


Singularity ve Hollywood – 2

Hollywood’un Büyüsü

Bir yönüyle Hollywood, “kendini gerçekleştiren bir kehanet” için üzerine düşeni yapmaktadır. Milyarlarca dolar kaynak harcayarak, büyük kablolu kanallar, ulusal televizyonlar , yükselen yönetmenler – henüz ortaya mantıklı bir çerçeve çıkmasını dahi beklemeden- Singularity’yi ve hatta Singularity Düşüncesi ve gelecek projeksiyonunda olan felaketleri bile,  kaderi bir sonuç gibi kabullenmekte ve  kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.
Aslında,  izleyici kitlesinin,  ortalama olarak herhangi bir konuda düşünsel açıdan beslenmek gibi bir talebi yoktur.  Kitlenin tek ihtiyacı, iyi bir hikâye dinlemektir.  Dolayısıyla izledikleri şeye, daha çok empati kurabildiği, dramatik hikayesine dokunabildiği,  sevdiği bir karakter üzerinden dahil olur.  Bir kere karakterle özdeşleşme,  kendini bir tutma eğilimi başladıktan sonra, o karakterin doğruları, izleyicinin doğruları olmaya başlar.  Tam bu noktada, yavaş yavaş fikir/düşünce ekimine geçilir. Karaktere duyulan aşk/bağlılık nispetinde,  izleyici kendinden vazgeçmeye başlar.  Çünkü ekranda gördüğü karakter,  bazı açılardan ona benzemekte ama zorlukları aşmak,  güzellik,  akıl,  beceri gibi pek çok yönden kendisine üstün gelmektedir.  Karaktere bağlı olarak gelişen bu alter ego/ikinci kişilik, zaman içinde asıl kişiliğe de baskın hale gelebilir.  Bu durum, diğer bir ifade ile: İnsanın psikolojik sağlığını ağır biçimde tehdit edebilmektedir.  Bu saldırı karşısında,  izleyici asli bir varlık şuuruna sahip değil ise artık düşünceleri ve hayatı ile ilgili kararları kendi vermez. Artık gelişen ikinci kişiliği; film/dizi kahramanına bağlı kişiliği,  karar verir.  Bir de en başta size bu propagandayı yapan filmi/diziyi satın aldığınızı yani aslında satın almaya değer gördüğünüzü düşünürseniz bu süreç –ikinci kişiliğin güçlenme süreci- hızlanabilecektir.  Zaman ayırdığınız bir işe, bir de ayrıca para yatırmış olacaksınız; bir yönüyle sizi kendinizden kurtarıp bir başka kişiye dönüştürmesi için birine “psikolojik estetik ”parası ödeyeceksiniz.  Paranızın ve zamanınızın karşılığı olarak bir ikinci kişilik satın almış olacaksınız.
Hakikatini bilmeyen insan,  hakikatsiz halinden nefret etmiş ve bu nefret ettiği kişiden kurtulmak için herkese ve her yere para ve zaman harcamaya başlamıştır.  Kendi benliğinden kurtulmak için suikastçı arayışına girmiştir.  Çağımızda, Hollywood veya daha geniş anlamıyla tüm görsel hikâye anlatıcılığı,  insanların bu zaafına/”ihtiyacına” göre hareket eder. Dolayısıyla Hollywood büyüsünün özü: (1)Karakter ile Özdeşleşme/Benzeşme ve bunun sonucu olarak, (2)Karakterin Dünya Görüşünü benimseme üzerinedir.  Bir nevi, insan kişiliği üzerine yapılan bu büyünün,  temalara olan ihtiyacı, temaların bu büyüye olan ihtiyacından çok daha azdır.  Singülariteryen tezlerin işlendiği ve zarar eden veya singilariteryen tezleri işlemediği halde kar eden pek çok proje de bunun ispatıdır zaten. Sonuç olarak; singülariteryen tezler, aslında, Hollywood’u etkisine alan bir düşüncenin,  dayatmak istediği bir gelecek projeksiyonundan kaynaklanmaktadır.  Bir yönüyle Hollywood,  “kendini gerçekleştiren bir kehanet”  için üzerine düşeni yapmaktadır. Milyarlarca dolar kaynak harcayarak, büyük kablolu kanallar, ulusal televizyonlar, yükselen yönetmenler – henüz ortaya mantıklı bir çerçeve çıkmasını dahi beklemeden- Singularity’yi ve hatta Singularity Düşüncesi ve gelecek projeksiyonunda olan felaketleri bile,  kaderi bir sonuç gibi kabullenmekte ve kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.
Hollywood ‘un/Görsel Endüstrinin tesirine,  tarihteki bazı trajik başarıları çerçevesinde bakarsak daha iyi anlamış olacağız.  Amerikan Rüyası,  son 60 yılın Amerikan Ekonomi-Politiği üzerinde Hollywood’un etkilerini anlatan ve bu gücün çok önemli propagandalar, ekonomik, sosyal trendlerin inşası için kullanıldığını gösteren bir örnektir.

Hollywood Büyüsü’ne Bir Örnek: Kabusa Dönüşen Rüya

Amerika,  İkinci Dünya Savaşı sonrasında, düşük yoğunluklu kalkınma modelini seçti.  Amaç, nüfusun banliyölere (suburb) doğru kaydırılmasıydı.  Bu model üzerine Amerikan Sinema Endüstrisi, “Amerikan Rüyası”nı inşa etti.  Amerikan Rüyası ana hatları ile banliyö yaşamını cazip göstermek üzerineydi: Büyük Ev, büyük araba,geniş yollar,  yeni evler için yeni eşya ve büyük mutfaklar için büyük buzdolapları ve fırınlar…  Orta sınıfın özendirildiği bu hayat ile tüketime teşvik edilmesi esastı. Başlangıçta,  Amerika için bir projeydi, sonunda ise bütün dünyanın gördüğü bir rüyaya dönüştü. Ortalama bir sinema filmi izleyicisi için, Amerikan banliyösünde bir ev sahibi olmak, bir gaye-hayal konumuna yükseldi.  Ekonomik gelişme de sağlandı ve yıllar içinde emlak sektörü,  Amerikan ekonomisinin lokomotif sektörü oldu.  Sonuç ise, bugün itibariyle 15 Trilyon Dolara varan bir mortgage borç stoğudur.  1865 yılında köleliğin kalktığı Amerika’da, 2008-2009 emlak krizleriyle kölelik, sessiz sedasız tekrar tesis edildi.  Bu sefer, insanlar kendilerini 20-30 yıl içinde dahi ödeyebilecekleri şüpheli olan mortgage kredileri üzerinden “gönüllü” olarak köleleştirdi.  Birçok Amerikalı, bu maceraya nasıl sürüklendiğini hiçbir zaman anlayamayacak.  Hollywood Filmlerinde gördüğü hayatları ve karakterlerin tercihlerini, nasıl benimsediğini anlayamayacak,  çünkü bütün bunlar bir anda dayatılmadı.  O rüyaya/ büyüye, yavaş yavaş kendini kaptırdı ve duygularının, düşüncelerinin nasıl manipüle edildiğini anlamadan, bir köleye dönüştü.  Sanırım bu noktada Hollywood, Amerikan orta sınıfını tüketime sürükleyen ve Amerikan Rüyası İmgesini yaratan bir merkez olarak günah keçisi olmayı hak eder.
Eğer bu ve benzeri örnekler iyi analiz edilirse,  Singularity ve Hollywood ilişkisinin, geleceğin trendlerini belirlemede ne derece etkin bir rol oynayabileceği ortaya çıkar.  Bir zamanlar Amerikan Rüyası’nı satanlar; şimdilerde aynı usul ile Singularity Rüyası’nı satıyorlar.  Ne yazık ki bu rüya öncekinden farklı olarak en başından beri bazı kabus senaryolarını içeriyor.
(Singularity’nin gelecek projeksiyonu ve insanlığa yaşatabileceği acılar ile ilgili daha detaylı bir görüş için, Araştırmacı-Yazar Oktan Keleş’in yazdığı bir roman serisinin beşinci kitabı olan “Deruni Devlet” isimli eseri şiddetle tavsiye ediyorum.)


 
Singulariteryen Temaları filmlerinde sıkça kullanan Ünlü Yönetmen Steven Spielberg

Singülariteryen Temalı Filmlerin Bütçeleri ve İçerikleri Üzerine

 
 
FİLMİN ADI FİLMİN BÜTÇESİ
(MİLYON DOLAR)
 
A.İ.
100
Eagle Eye 80
I Robot 120
Frankenstein 45
X-Men 75
X-Men First Class 160
Robocop 100
Matrix 63
Matrix-2 150
Matrix-3 110
Terminator-2 150
Terminator-3 200
Terminator-4 200
Gattaca 36
Blade Runner 28
Ironman 140
Spiderman 140
Tron Legacy 230
Amazing Spiderman 230
Bicentennial Man 100
Total Recall  60
Star Wars-1  115
Star Wars-2  115
Star Wars-3  113



Filmlerin içerikleri ile Singularity temalarının kesişimleri aşağıdaki gibidir:
Yapay zeka(1), Ruhu/İrade/Şuuru Olan Robotlar(2),Hafıza Ekimi(3), Bionik İnsanlar(4),Yapay Genel Zeka/Singleton(5), Virtüel Cennet/Cehennem(6), Transhuman(7), Posthuman(8), Robot-İnsan Savaşı(9), Robot Hakları(10) vs…  


 
 

 
 
ONALTIYILDIZ'dan alıntı
78 Okuyucu
RSS feed | E-mail
138 Takipçi
Bizi Twitter'da Takip et
403 Takipçi
Bizi Facebook'da takip et